Qubat

Qubat Goethe Caddesi’nde eski ve güzel bir binanın tek odalı appartementnın da yaşıyor. Odada bir sezlong ve bir futondan başka hiçbir sey yok. Oda bomboş. Elbiseleri yatağın sağ ve solun da yere serpilmiş bir şekilde duruyor. Fazla elbisesi yok. Üç kilot, üç çift çorap, üç çift ayakkabı, üç yazlık T-Shirt, kış için üç kazak ve bir hırka.

Her sabah Qubat’da herkes gibi ilkin dişlerini firçalıyor, sonra rahatça elbiselerini giyiyor ve işe gidiyor. Gelecek durak Wilmersdorfer Caddesi‘ndeki metro istasyonun da olan küçük Bistro‘dur.

„Bir Latte Macciato ve bir bademezmesi Croissant lütfen!” Okumaya devam et

Reklam

Bir Dosttan:

9 Musaların Alan’a Selamı!

Hikayemizin kahramanı tabii ki ve pek doğal olarak Adımlarından Bezginlik Akan Adam’dır. Bunun çeşitli sebepleri var ve bunlardan birisi de post-modern isimsizliği eylemsel varoluşa tercih etmesidir.

Eylemsel varoluş demişken elbette absurdun kendine göre değeri olduğunu ve bir paha biçilmesi gerektiğini savunuyoruz. „-yoruz …“, yani -uz ekiyle biz. Peki biz kimiz?

Biz Musalarız efendim. Her ne kadar şu Türk diline bir erkek ismi olan Musa olarak geçtiysek de cinsiyetimiz vücudu ‘hatlı’ ve çekici olan gruptandır; dişiyiz, efendim, dişi. Ve lakin bu dişilikten siz şimdi cinsellikle yüklü anlamlar çıkarırsınız. Oysa bize bir imaj hediye eden antik Yunan mitolojisinin dişiye cinsellikten öte yuklediği anlamlar da var. Tabii bizi niye 9 adet yaratma ihtiyacı duyduklarının cevabını numerolojiyle uğraşan arkadaşımız verecektir. Zira 9 rakamı o arkadaşımızca sayıların en mukemmeli veya benzeri bir şey sayılmıştır vs.

Neden dişi? Peki neden erkek olsundu? Erkek ne işe yarar sahiden?

Siz bir erkeğin ölçüsüz gücünden başka ne özelliğini bilirsiniz? Var mıdır erkeğin, örneğin cana can verme becerisi?

Cana can verme dedikte aklımıza kahramanımız geldi; Adımlarından bezginlik akan adam.

Anlatıcının pek sevdigi bu adamın adımlarından neden bezginlik aktığını gelin tartışalım desek bir öykü yazmak niyetinde olan yazara hakaret olur. Ayrıca biz Musalar, yani ilham perileri de gevezelikten itham altında kalabiliriz. İyisi mi satırları sahibine, yani yazara veya daha doğrusu onun can verdiği kahramana bıra-kalım.

Ah! kalın kafalı biz Musalar! Dişilik özelliğimizi unuttuk. Efendim, can veren asla ve katta yazar/lar değildir. Can veren biz Musalarızdır. Yazarlara düşen esinimiz marifetiyle iki satır düzmektir. Tema, vs hep bizim marifetlerimizdir. Veya güzel dil, vs… Esin vererek anlatıcının yazmasını veya Kürd dengbejlerinde olduğu gibi okumasını sağlıyoruz. Ve kime esin verecegimize biz karar veririz. Ve Alan Lezan esin verdikleri-mizdendir.

Musalara, yani biz her biri birbirinden güzel ilham perilerine yazmadan önce bir selam verin. Selam karsılığı size esin verme garantimiz olmasa da en azından cağrısız gelmedigimizi bilin. Ve bizsiz sanat ürünleri vermek insanoğluna bahsedilmiş bir ozellik değildir.

9 Musalar

İnternet, 6. Ocak 2006 – 3:34 am

Azad

Akşam saat 21:00 sularındaydı.

Azad bilgisayarın önüne oturmuş dünya problemleri üzerine bir şeyler yazıyordu.
Einstein’ın, insanların üç boyutu kavrayabileceklerini, dördüncü ve yukarı boyutları kavrayamayacağını okuyordu. Bunları okurken aniden tavana doğru yükselmeye başladı.

Dokuzuncu boyuttaydı. Okumaya devam et

Andy

Andy ile beraber calışıyorum. O benden birkaç yıl gençtir. Biz birbirimizi iyi tanımıyoruz. O benim arkadaşım değildir. Benim arkadaşım yoktur.

Ev arıyor.  Hemen taşınması gerekiyormuş. Onun ev sahibi on sekiz yaşına girmiş olan kızı için  evden çıkmasını istemiş. Ben hayır dedim. Bir yerlerde boş bir evin olduğunu bilmiyorum ama sen istersen benim yanıma ev bulana kadar taşınabilirsin.
Okumaya devam et

Ada

Ladal geceleri seviyor. Güzel ve sessiz rüzgarın ay ışığında fısıldaması harikadır. Balkonda oturup samanyoluna bakmak kelimelerlen anlatılmayacak kadar güzeldir. Gökyüzünde 50 milyarı aşkın Galaxi. Ladal bunu gerçekten seviyor. Bir araba geçiyor. Bir bisiklet, sonra bir insancık. Bir sinek, bir güve? Bir anlık sanki her şey duruyor. Sanki her şeyin soluğu kesik. Sonra her şey yine hareket etmeye başlıyor. Boşver diyor, güzel bir akşamdır. Belki de insan bazı şeyleri olduğu gibi kabul etmeli ve öylece bırakmalıdır.
Okumaya devam et

Agape

Pazar günü. Ben de can sıkıntısı hiç olmaz. Saatlerce balkona oturup boşa, uçsuz bucaksız masmavi gök yüzüne bakmaktan zevk alırım. Karşıdaki otobüs durağıda herhangi bir şekilde enteresandır. O tip yine geliyor. Her pazar günü bu saatte aynı yerde kara saçlı, kırmızı elbiseli kadının otobüste inmesini bekliyor.

Kadın karşımdaki binada oturuyor. Adamın yanından geçiyor, kapının önünde dönüp adama bir göz attıktan sonra içeri giriyor. Adam aylardan beri onu öyle bekliyor ve şimdiye kadar kadın ile hiç konuşmadı. Kadın şimdi evinde. Pencereden bir şey asağı atıyor. Adam alıyor, kokluyor ve gidiyor.
Okumaya devam et

Aran

Aran Victoria Caddesi’nde oturuyor. Maha kapıcısının kızıdır. Aran ile Maha arasında tam on altı sene vardır. Aran Viktioria’ya taşınınca Maha dokuz yaşındaydı. Merdiven de bir “Hallo!” dan baska bu ikisinin birbirleri ile başka hiçbir ilişkisi yoktu.

Janin, Aran’ın chat arkadaşıdır. Aran Janin’i tesadüfen yılbaşıdan hemen sonra bir Pazar günü chatte tanışır. Aran, Janin’e:

“Ne içmek istersin?” diye sorar.
“Ne ikram ediyorsun?”
“Wodka Lime!”
“Kusuyorum!”
Okumaya devam et

Dajin

Pazar günü. Bit pazarındayım. Lavanta kokuyor. Önümde birkaç buhur cubuğu yanıyor. Ne güzel koku? Birisinin beni gözlediğini hisediyorum. Bir tip karşımda duruyor, beni gözlüyor. Bir bakış … Bir tana daha kendisine atıyorum ve hayvanlar bahcesi parkına doğru yürüyorum. Arkamdan geliyor. Ben hızlı yürümeye başlıyorum, O’da. Ben yavaşlıyorum, O’da. Bir Banka oturuyorum. O’da oturuyor. Gözlerimin içine bakarak ağlamaya başlıyor.

Kimdir?
Ne istiyor?
Ögrenmek istemiyorum.
Okumaya devam et

Jandil

Cumartesi sabahları Jandil arada bir kanalda gezmeye gidiyor. Aniden birisinin köprünün altına düştüğünü farkeder. Saat sabah 5:oo ve belki de yardıma ihtiyacı vardır diye düşünür. Pascal, cok fena şarhoş olduğundan evin yolunu dahi bulamıyor. Jandil, onun nüfus cüzdanını alır, adresini okuduktan sonra onu eve götürür.

Pascal, soğuk bir duş aldıktan sonra bir kahve içer ve her şey üzerine konuşurlar. Pacal’ın oldukça çok problemleri vardır. Üç hafta icerisin de diplomasını içeri vermesi lazım. Nasıl başaracağını bilemiyor. Şehir planlaması okuyor ve bir gün şehir planlamaktan hayal ediyor. Jandil, Pascal’ın odasına ve planlarına bakıyor. Pascal, güzel çizim yapıyor. Bütün duvarlar enteresan mimar ve şehir resimleri ve cizimlerlen dolu. Büyük ilgisini görmemek mümkün değil.
Okumaya devam et

Jengar

Jengar Savoy Platz’daki fırında çalışıyor. Ben hafta da birkaç kez oraya bir şeyler yemeye gidiyorum. Genellikle bir ekmek arası ve su alır bir banka oturur yerim. Savoy Platz pek güzel değildir ama hoşlanıyorum.

Jengar, birkaç yıldan beri bu fırında çalışıyor. Biz birbirimizi fırında tanıyoruz. Ben öğlen paydosu yaparken o paydos ediyor. Bu iyi oluyor. Biz severek buluşuyoruz. Jengar, gece saat 3:00′te çalışmaya başlıyor. O böyle erken çalışmaya başlamaktan hoşlanıyor. Boş olunca eğlenmeye, genellikle herhangi bir Gao-Trans partisine gidiyor. Okumaya devam et

Jine&Sera

Dersim, Mezarlık: Jine, babası, kardeşleri Soreş ve Mere, akrabalar, çocukluk ve sınıf arkadaşları, tanıdıklar… Kimisi sesli ağlıyor, kimisi sızlıyor, kimisi sessiz sedasız sadece üzgün ve yas tutuyor. En çok ağlayan küçük Mere. Jine’de ağlıyor ama içinden. Kimse onun sesini duymuyor, gözyaşlarını görmüyor. Jine duygusal bir Orta Doğu kızı değildir. Her canlı varlık için ölüm kaçınılmaz bir gerçektir. Hayat böyledir. Ölen ile ölünmüyor. Jine, bu gerçeği biliyor ama annesi kırk yedi yaşla beynindeki kötü huylu bir tümöre yenik düşmüştü. Daha gençti. Jine, böylesi bir ölümü bir türlü kabul edemiyordu ve derinden etkilenmişti, çünkü o haksız bir şekilde gelmişti. Ölüm tabii ki herkese vardı. Ama annesi bu genç yaşta ölmemeliydi. Keşke O da dedesi gibi yaşlansaydı ve sonra ölseydi. O zamanda belki yine üzülecekti ama bu kadar üzülmeyecekti, çünkü annesi daha her işini yapıyor, vızır, vızır çalışıyor, yaşama bağlı, yaşamı çok seviyordu.

Okumaya devam et

Kelimesiz!

Bir bardaydı … Hayır … Hayır … Bu çok tipik. Bir partideydi. Parti!? Buda hoşuma gitmiyor … Ah! Herhangi bir şehirde olduğunu düşünelim. Ya da en iyisi dünyanın herhangi bir yerin de. Belki bir otobüs durağın da? Bir Caféde? Restoran? Deniz kenarın da … Aslında önemli değil. İnsanlar şurada veya burada buluşuyorlar. Tesadüf veya kader.
Okumaya devam et

Lucy

Pazar günleri sabah erkenden Mathi genellikle gezmeye gidiyor. Bir şey satın almamasına rağ-men zevk ile vitrinlerdeki eşyalara bakıyor. Senelerden beri hep aynı şeyleri giyiyor. Mathi cimri değildir. O sadece öyle seviyor.

Bir pazar günü Alex’deydi. Kocaman bir alan. Burada bir gökdelen, orada bir yapay bina. Hepsi çirkin mi çirkin. Yaşam yok! Sıfır! “Hay Allah’ım” diyor, “Buda ne boktan bir şey!” Boşlukta ve nokta gökdelenler içerisin de kendisini bir karınca gibi hisediyor. Birkaç evsiz-barksızlardan başka hiç kimse görünürler de yok. Ama bir sürü vitrin var. Bu onu sevindiriyor.
Okumaya devam et

“MC”

Fazla arkadaşım yok. Fazla demek aslında doğru değil. MC benim tek ‘arkadaşım’. Arkadaşlık nedir bilmiyorum. MC ile bazen bir şeyler içmeye gidiyoruz. Konuşmak, tartışmak, kavga etmek gibi problemlerimiz yok. Çok uyumlu bir ilişkimiz var.

Benim bir telefonum var. Dünyada ki birçok insanın telefonu yok. Telefon çaldığında hiç gitmem. MC’den başka zaten kimse aramıyor. O sadece bir defa çalıyor ve ben onun benimle görüşmek istediğini anlıyorum. MC ne zaman isterse telefon ediyor. Eğer görüşmeye gitmek istersem, giderim, gitmek istemiyorsam gitmem. Fark etmez… Okumaya devam et